1 Temmuz 2011 Cuma

Genç Entel'e Mektup 4

Ben iyi alıştım oturduğum yerden atıp tutmaya. Şimdi yine sallayacağım bak ona buna.
Kızlar, yargısız infaz yapmayın. İnsanların sinirlerini zıplatmayın. Kızlar size diyorum, erkekler siz de anlayın. Ne bu böyle yahu? Lafın bitmesini beklemeden, anlayıp anlamadığınızdan emin olmadan, nasıl oluyor da fikir üretimine geçiyorsunuz? Fikrin bir üretilme süreci olması gerekir öncelikle. Zart diye veya zurt diye fikir mi üretilirmiş? Yok öyle dinlemeden anlamadan yargı savurmak.
İncir Reçeli’ni izledim de, yine farkettim önyargının nasıl bir lanet olduğunu. Yok böyle bir şey. Çok çılgın derecede artırma etkisine sahip sinir katsayısını. Öyle böyle değil pek feci hoplatıyor kızgınlık derecesini. Veya tam tersine de yol açıp, sessizce yol almanı da sağlayabiliyor. Fakat şu bir gerçek ki, iki durumda da, sağlam bir küfür geçiyor akıldan o esnada.
Özellikle gönül bağı kurduğunuz kişilerle olan ilişkilerinizde bu kahrolası önyargılarınızı kullanmaya devam ediyorsunuz ve ben de buna kayıtsız kalamıyorum ya, işte bu beni o zaman daha da üzüyor. Çok kırılıyorum. (Hadi ordan, kırılıyormuş. Daha karizmatik duruyor bu söylem, o yüzden ‘kırılıyorum’ dedin, kızıyorsun aslında bre palavracı.)
Mesele şu ki, morarmak istemiyorsak, daha iyi insan taklidi yapabilmek istiyorsak, karşımızdakini üzmemek istiyorsak, kendimizi daha bir ileri seviyede görmek istiyorsak, önyargılarımızdan kurtulmalıyız vatandaşlarım.
Sevgili halkım, sizi saygıyla kucaklamak isterdim ama, benim hakkımda da kim bilir nasıl önyargılar silsilesi oluşturdunuz kafanızda. Kim bilir kaç kuşak gelmişime ve geçmişime sövdünüz. O yüzden kucaklamıyorum. Zaten benim için bayılıp ayılmıyorsunuz da, hiç gerek yok. Böyle iyi.
Nefret edin benden, başım gözüm üstüne. Ama ne olur önyargılarınızı hoşgörü ve soğukkanlılıkla değiştirin. Gözünüzü seveyim.

Genç Entel'e Mektup 3

Biz gençlerin en iyi yaptığı şeylerden biri de sızlanmak. İstediğimiz bir şeyi elde edemediğimiz zaman, direk bahaneler üretip bir köşeye çekilmek ve o sırada bize yaklaşan herkese neden olmadığını anlatmaya çalışmak. Hemen suçu elimizde olmayan sebeplere atmaya bayılıyoruz.
Hiç düşünmüyoruz daha derinlemesine. Ya kadere yükleniyoruz, ya da onun bunun üstüne sallıyoruz başarısızlığın nedenini. Hiç demiyoruz ki arkadaş şöyle şöyle yapsaydım daha iyiydi, keşke bunu böyle değil de öyle yapsaydım. Hemen kabullenip yenilgiyi, bacaklarımızın arasına alıyoruz kuyruğumuzu. Yanlış. Yapmamalı böyle. Olmasını istediğimiz ve buna göre bir şekil verip uğraştığımız şeyi olduramayınca sakin olmalıyız, bir an hareketsiz kalıp, sadece derin bir nefes almalıyız. Bu derin nefesi de bir bardak soğuk su eşliğinde göndermeliyiz içimize. Ardından da, bu başarısızlığımızın, daha zekice başlamak için yeni bir fırsat olduğunu farkedip, tekrar saldırmalıyız. Yok öyle hemen pes etmek!
Yenilgi, her zaman anlıktır genç arkadaşım. Unutma ki, sen gençsin. Cem Yılmaz’ın o sahnesini hatırla. Hani “biz daha ölmedik!” diyen tipini. Bunu sen de söyle ve, gençliğini, dinamikliğini konuştur. Tuttuğunu kopart be vatandaş! Kaptığını bırakma hemen. Olur öyle. El bu, kayar elbet. Düştüysen de kalkıver bir zahmet. Asıl küreklere!
Yeterince vakit kaybediyoruz zaten şu günlük hayatımızda, yeterince bunalıyoruz zaten şu çürük yaşamımızda; bu yüzden üzülmene fırsat vermemelisin delicanlı. Sendeki enerji kimde var, bir söylesene bana? Sendeki zeka potansiyeli? Gaz vermiyorum evladım, sen gazla çalışan bir yaratık değilsin. Moral eksikliğin ve bir tutam umutsuzluğun var sadece, o kadar. Benim bu çabam ise sadece seni değil, senin gibi yalnız ve huzursuz hissedenlere destek çıkmak. Emekli olduktan sonra kullanacak değilsin o kafatasının içindeki yaklaşık 3 kiloluk organı. Otur, bir düşün. Korkacak bir şey yok. Fazla düşünecek de bir şey yok. Atıl kurt! Saldır! Parçala! Yok yani, fazla düşünürsen karar veremezsin. Ve yine korkma: en kötü kararı versen dahi, kararsız kalmandan iyidir bu.
Bak buraya. Buraya bak. Kaldır bakayım yüzünü. Yok öyle mıymıymıy çemkirmek sağa sola. İyi-kötü, doğru-yanlış diye bir şey yok. Hareketlerin ve sonuçları var sadece. House amcan ne diyor: “Words do not matter. Actions do.” Türkçe meali: “Sözlerin bir önemi yok. Hareketlerin var.”
Mazeretlerin kazanmasına izin verme. Sorunlarını çöz. Adamı hasta etme.

15 Mayıs 2011 Pazar

Genç Entel'e Mektup 2

Zahmetli işler bunlar. Kolay değil o kadar.
Sağlam bir irade lazım öncelikle. Her gün her gün aynı sabrı ve azmi göstermek kararlılık ister.
Kitap okumaktan bahsediyorum. Kitap okumak diyorum, zor şey diyorum.
Kim oturacak oturduğu yerde de bilmem kaç saat da –pardon dakika- bir insan evladının yazdıklarıyla yoracak o güzelim gözlerini. Yok, gelemeyiz biz öyle şeylere. Kasar bizi.
Bunun yerine sinema sanatına adadı gençlik kendini. Neredeyse her gün bir film izliyor genç vatandaşlarımız. “Şu filmi izledin mi hacı?”, “Yahu geçen gün bir film izledim, yok böyle bir şey aga!”, “Johnny Depp de amma karizma adam ayol, bitiyorum herife resmen.” Bunlar ve bunlara benzeyen cümleleri sıklıkla duyar olduk. Kimse kimseye “kirve şu kitabı okudun mu sen?”, “amcaoğlu, herif bir roman yazmış ama var ya, koptum resmen!”, “hatun bir şiir yazmış, valla dibim düştü ha!” gibilerinden sözler sarfetmiyor.
Kızmayın hemen. Şurada bir şey anlatmaya çalışıyorum, tepkinizi sonra gösterirsiniz. Elbette var hala okuma meraklısı gençler, elbette, ben de biliyorum kitap kurdu arkadaşımız çok. Fakat bu tür entelektüelite meraklısı, bilgi heveslisi, hayırlı evlatların sayısı, diğer gruba göre çok daha az. Hele hele, her gün bir film izleyip de bununla yetinmeyen bir de roman/öykü/tiyatro eseri okuyan ağabeylerimiz ablalarımız var ki, onlar da pandalar gibi. Nesilleri tükenmek üzere ve çok seviliyorlar.
Bunun yanında bir de dizi furyası baş gösterdi son dönemde. Bu fırtınaya kapılanların arasında bendeniz cahil efendi de var. Neymiş efendim Hugh Laurie gibisi yokmuş, House on numaraymış da yok efendim The Big Bang Theory çok çılgınmış. Falan da filan. How I Met Your Mother, Californication, Spartacus –harbi manyak dizi ha!- bunlar konuşuluyor sohbet ortamlarında artık daha çok. İyi yine şu Lost ve Prison Break bitti de kurtulduk. O neydi öyle yahu, haftalarca değil, aylarca özellikle bu iki dizinin muhabbeti döndü sohbet masalarında, otobüs koltuklarında, çayırda çimende.
Prison Break’teki Michael Scofield ve Lost’taki Sawyer hanımların, How I Met Your Mother’daki Robin –Lily de fena değil hani! O da olsa olur, o da olsa olur, oh, mis!- ve The Bing Bang Theory’deki Penny de beylerin fantazilerini süsledi. Spartacus’teki ve Nip/Tuck’taki elemanlardan bahsetmiyorum bile!
Her neyse. Toparlıyorum konuyu tamam. Ağzımızdan akan suları silelim de asıl meseleye geri dönelim: nispeten daha kolay olduğu için sinemaya sığınıyoruz gençlik! Asıl mesele edebiyatta! Asıl olay sahaflarda! O eski kitapların kokusunu ala ala okusak romanları öyküleri şiirleri fena mı olur! Hakikat kitaplarda yazar, sinemada gösterilir. Kaynağa, membaya inmek lazım! Önce kitap, sonra film.
Unutmayalım ki, sinema eserleri önce yazılır, sonra beyaz perdeye aktarılır. Önce roman çıkar, ondan sonra filmi yapılır. Sizin de en çok sevdiğiniz suç filmi The Godfather, değil mi? Ama o Mario Puzo’nun romanı aslında? Sizin de en çok sevdiğiniz romantik filmlerden biri The Notebook, değil mi? Ama o Nicholas Sparks’ın romanı aslında? Sizin de en çok sevdiğiniz dram filmi Perfume –Story of A Murderer- değil mi? Ama o da Patrick Süskind’in romanı aslında? Ee? Ne yapmalı o zaman?
Önce kitap arkadaşlarım-dostlarım-yeğenlerim-ablalarım-abilerim, önce kitap! Unutmayalım ki sinemacılar önce okur, sonra yoğurur, sonra filmini çeker. Hem edebiyat, sinemadan daha eski, daha köklü bir sanat olduğuna göre, e biz de bilginin ve zevklerin çeşmesinden içip dindireceğimize göre bu entelektüelite açlığımızı-susuzluğumuzu? Ne yani, dağ başındaki pınardan su mu içmek daha iyi, yoksa belediyenin borusuyla evine gelen terkos suyu mu? Sizi bilmem ama, ben doğal olanı severim.
Into The Wild’daki gibi!

Genç Entel'e Mektup

"Bakıyorum da memleketimin her bir köşesinden yazar fışkırıyor. Ne güzel ne güzel, internet günceleri icat oldu (bazı -öküz kafalılar ay pardon vatandaşlar diyecektim- vatandaşlar blog da diyor buna) da milletin içi rahatladı. Ne var ne yok her bir şeyini anlatır oldu alem." Diyerek başlamayı düşünmüştüm yazıma. Ne var ki bu yanlış bir düşünce (blog diyenlere de haksızlık ettim, pardon. Çünkü odun kafalılar aslında) olurdu. Zira çağımız hızla değişiyor efendiler. Evet, ben de basmakalıp lafı patlattım, "çağımız hızla değişiyor" diyerek. Ve ekliyorum, ayak uydurmak gerek (?)

Yazar fışkırdığı falan yok. Yazar adayları daha çok göz önünde sadece. Önüne gelen her şeyi okuduğunda veya yazdığında yazar/entelektüel olmuyor insan malesef. Ha keşke olsa, oh, ne ala memleket, cümle alem süpersonik bilgili kültürlü takıldık (tabi sonra bunun sonuçlarına da katılırdık ya, orası ayrı.)

Analar babalar korkmasın, ortalık "entel"den geçilmiyor diye. Öncelikle şu kelimenin alaycı kısaltmasından kurtaralım kendimizi, ondan sonra bir ayar çekilir. Bir ayar çekilmeli zaten. Genç, hevesli, özenti ve hayalci arkadaşlarımıza.

Bayanlar baylar, tamam, ben de kabul ediyorum, benden size akıl olmaz. Benim sıfatım rütbem nedir ki size akıl/nasihat vermeye kalkışıyorum. Fakat şunu iyice belleğinize yerleştiriniz lütfen: içinizdekileri dökmek, kusmak, boşaltmak için öncelikle gerçekten sınırları zorlayana kadar hatta sınırları aşana kadar toplamalı, yutmalı, doldurmalısınız içinizi.

Hala daha kitap okumanın önemini anlatmama lüzum var mı? Yetmedi mi çevrenizdeki tüm yol gösterme heveslisi büyüklerinizin öğütleri? Yetmedi mi öğretmenlerinizin kitap okutmak için bunca tavsiyesi? Lanet olsun evet gerçekten zor bir şey, sinema ile ilgilenmek, film izlemek çok daha kolay (gibi geliyor aslında) ama o filmler hakkında, sinemanın kendisi hakkında zaten alabildiğine çok eser yazılıyor, kitap basılıyor. İşin özünde okumak var yani. O yüzden, tekrar okumalıyız.

Önünüze gelen her şeyi okumamalısınız elbette. Eat, Pray, Love diye bir şey çıktı mesela. Ya da Twilight. Farketmez. Biri, ötekinin laciverti. Genç arkadaşlarım, lütfen, ticari şeylerle işimiz yok bizim. Kendimizi geliştirmek istiyorsak, bu basit sanat yoksunu sayfalarla uğraşmamalıyız. Popüler kültüre eğilip, gelip geçici şeylerle, saman alevleriyle yazık etmemeliyiz ruhumuzu. Önce eskilere uzanmalıyız. Antik Yunan'dan alıp gelmeliyiz. (Yunan dedim de aklıma geldi: sevgili katırcığım -ay çok pardon!- pıtırcığım, madem ki tiyatroyu bu kadar çok seviyorsun, tiyatro yapmak istiyorsun, koş git önce Aristo'nun Poetika'sını al halamın kızı. Okuduktan sonra da var git Stanislavski'nin Bir Aktör Hazırlanıyor'unu oku ciğerimin köşesi.)

Yunan kalsın bir köşede, gelelim kendi memleketimize. Canlar, a dostlar, bre arkadaşlar, hanımlar, beyler... Şekspir'i (Shakespeare) ne kadar iyi bilirseniz bilin, Virjinya Vulf'un (Virginia Woolf) hepsini hatim edin: eğer ki Yahya Kemal'imizi, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet'imizi bilmiyorsak, Ahmet Hamdi (Tanpınar) ile hiç uğraşmamışsak, ya da ne bileyim bir Adalet Ağaoğlu ile hoş beş etmemişsek - ya da Aziz Nesin, ya da Attila İlhan, hiç farketmez- hala "tırt"ız demektir.

Ökkeşlerim ve Safinazlarım, lütfen: yerelden başlayarak çıkaralım çizgimizi dışarıya. Önce iç, sonra dış (her anlamda bu sözüm, önce içeri'ye, iç'e, ondan sonra dışarı'ya, dış'a vurmalıyız ne var ise.)

Unutmayalım ki, bu, bir faşizanlık olmaz, bir ırkçılık olmaz. Kimse sizi bunu yapıyorsanız yargılamaz (aslında yargılar, pardon, evet, çünkü tuti-i garbi kılıklı vatandaşlarımızın sayısı her geçen gün artmakta. Batı hayranlığı öylesine büyük boyutlarda ki birçok arkadaşımızda, Kiits (John Keats) ile veya Po (Edgar Allan Poe) diyorlar başka da bir şey demiyorlar. [Gören duyan da bir şey sanacak. Annabel Lee'den başka şiirini bilmezler adamın, ama nedense taparlar herifçioğluna.] )

Önce biz kendi edebiyatımızı sanatımızı fikrimizi bilelim ki, sonra diğerleriyle aşık atabilelim. Unutmayalım ki kendi sanatımızı bilmezsek, kendi kültürümüze haksızlık, saygısızlık, nankörlük etmiş oluruz. Ve bunu yapmak istemeyiz. Ve unutmayalım ki özenti dedim size. Devam edin böyle. En azından bilgiye özenmişsiniz, sanata dalmaya çalışıyorsunuz, felsefeye eğilmeye çalışıyorsunuz öyle veya böyle. Başka tiplerin özentisi olmanızdansa, "entel özentisi" olmak çok daha iyi olsa gerek.

8 Nisan 2011 Cuma

Yine Sıkıntı, Yine Sıkıntı.

Ah, lanet olsun işte yine aynı boktan hayatıma geri döner gibiyim.

Saat sabahın 4'ü ve ben hala uyumadım. Pazartesi, çarşamba, cuma ve pazartesi günleri vize sınavları olan vatandaş ben değilmişim gibi. Ne diye uyumadım ki sanki. Uyku düzenimin de içine ettim böylelikle. Kahretsin.

Californication diye bir diziye takıldım ve bugün birinci sezonunu izledim. Bütün bölümlerini. 12 bölümü var. Yarım saat sürdü her biri. Yani toplamda günümün 6 koca saatini bununla harcadım. 4. senesinde bitirilmesi gereken okulu 6. senesine geldiğin hala daha dizi izleyerek uzatmaya çalışan birkaç kişi daha vardır elbet. Buradan onlara sesleniyorum: "hepimiz malız."

Kendi adıma konuşuyorum, tamam. Tamam. Ah, lanet olsun.

Hiç ders çalışmadım bugün. Koca gün boyunca sadece 5 dakikalığına çıktım dışarı ve döndüm hemen fildişi kuleme. Kartal yuvasına. Ayı inine. Bari bir iş yapsaydım. Ne bileyim, mutfaktaki o bulaşıkları yıkasaydım, evimi temiz tutsaydım en azından. Yok. I ıh. Kapandım odama, uzun zamandır görüşemediğim canım bilgisayarımla takıldım.

A! Söylemeyi unuttum. Ben bugün bir iş görüşmesine gittim. English Fast diye bir yer var, eğitim danışmanı arıyorlarmış. Beni de çağırdılar. Dersaneyi pazarlayacağım ailelere resmen. Aile ve öğrencilere bir çeşit rehberlik yapacağım sanırım. İngilizce'nin önemi anlatıp onları ikna etmeye çalışacağım. İşsizlikten iyidir.

Kübra'yı özlemedim. Sıkıldım. Biraz yalnız kalıp rahatlamak, kafa dinlemek istiyorum. Yoruldum. Şu kızı üzmekten nefret ediyorum. Lanet olsun. Ne diye beni bu kadar çok seviyor ki. Bok var sanki. Keşke bu kadar naif olmasa. Bilmiyorum ne olacağını. Önceleri umutluydum, gelecek görüyordum onunla olan ilişkimde. Daha sonra, onu daha iyi tanımaya başlayınca, olamayacağını anladım. Lanet olsun umarım bu yazımı okumaz.

Uzun zamandır yazamıyorum. Hiçbir şey. Hiç. Şiir yazardım önceden. Evet, berbat şiirler yazarım ben. Kesinlikle bu konuda herkesle hemfikirim. Artık onu da yapamıyorum. Hah. İşin garip tarafı, bu aralar roman yazmayı düşünüyorum. Vize sınavlarımdan sonra ama. Ve işte, gördüğünüz gibi, uzun zamandır yapmak isteyip de yapamadığım bir şeyi planlamaya başlar başlamaz yine erteliyorum. Bu iş yalan olur, ben şimdiden söylemiş olayım.

Lanet olsun, şu evin kirasını da ödesem de ev arkadaşıma olan borcumu sıfırlayabilsem keşke. İçim hiç rahat değil. Kızımı özledim. Evet, manevi kızımı. Vardı ya hani, Buki, O'nu. Evet tamam kabul ediyorum bir ara hakkında öfke dolu cümleler savurdum buralarda ama ne yapabilirim ki? Atsam atamam, satsam satamam. Kızım o benim.

Mümkün olduğunca erken kalkacağım. Duş alıp, dişlerimi fırçalayıp, az sütlü bir kahve yapacağım kendime. Ve yanında sigara da içeceğim. Ardından da çalışma masamı çabucak düzenleyip ders çalışmaya başlayacağım. Söz.

4 Nisan 2011 Pazartesi

formspring.me

ne kadar sorarsan sor toton daima arkanda kalır. http://formspring.me/kovrin

26 Mart 2011 Cumartesi

Üşengeç

Uzun bir aradan sonra yeniden yazmaya başlıyorum işte gördüğün gibi. Kendime biraz zaman ayırmak istedim ama sanırım bunu başaramadım. Yazmak, sanırım düşüncelerimin ve duygularımın aktarımında daha etkili bir yol. Çünkü kendi kafamda döndükçe dönüyor ve somut bir şey elde edemiyorum. En azından yazma işlemim bittikten sonra ne dediğimi okuyarak biraz olsun yol alabilirim. Geçmişte de bunu denedim, sonuç başarılı oldu. İşin garip tarafı; geçmişte olumlu yönde etki yaratan bu yolu neden bir kenara bırakıp, yazmadan, kelimelere dökmeden halletmeye çalışmam. Yok yani, biliyorsun oğlum neyin biraz olsun işe yaradığını, ne diye kullanmıyorsun o zaman? Daha iyi bir çözümün var mı sanki? Yok. O zaman?
Haydi. Kıpırdat parmaklarını bakalım.
Şimdi. Olay şu: üşengeçlik.
Nereden ve neden üzerime ölü toprağı serpilmiş gibiyim, bunu bilemiyorum. Havalardan olmadığı kesin. Zira şu güzelim İzmir güneşini bu sevecen cumartesi gününde önemsemedim. Bütün gün evdeydim. Çıkmadım dışarıya. Deniz'in bana ihtiyacı vardı, ama kendisi de halledebilir diye düşündüm ve gitmedim yanına. Ona göre geçerli olmayan bir sebebim vardı hem, ama tabi anlamak istemediği için -kabullenmek istemediği için diyelim- ufak çaplı bir trip ile kapattı konuyu.
Sözde odamı temizleyecektim bugün. Viledayı alıp, halımı kaldırıp, odamın her bir yerini pırıl pırıl edecektim. Her nedense bilgisayar başında oturup dizi izlemek çok daha harika bir fikirmiş gibi geldi.
Cityville diye bir oyun var Facebook'ta, onu oynadım bir de.
Ne kadar saçma bir hayatım var benim!
O kadar güzel şeyler yapmak istiyorum ama bir türlü harekete geçtiğim yok. Ne yani illa ki sağlam bir kişiden iyi bir laf mı yemem lazım? Neden kendi kendimin kurtarıcısı olamıyorum? Hala daha neyin tribindeyim? Yahu davet ettin, gelirlerse ne mutlu, gelmezlerse ne diye sıkıyorsun evladım kendini? Herkes senin gibi ininde yaşamak zorunda değil ki. Dışarı çıkıp güneşi hissediyor millet. senin gibi evde neden yorgan döşek yatsınlar ki?
Yorgan döşek yattığım falan yok. Sadece bir halsizim, üşengeç ve tembelim, o kadar.
Aferin. Ders de çalışma, iki satır makale de okuma, romanlarınla hiç ilgilenme zaten. House, Moonlight, Kyle XY kurtaracak seni.
Mozart veya Beethoven da kurtarmayacak. Handel ve Chopin'den de iş çıkmaz.
Burcu Hoca da bir yere kadar tutar seni kontrol altında. Kadın seninle uğraşacak değil ya her daim, elbet senin de kendi kendine toparlanmanı bekleyecek. Hatta -dur biraz- beklemeyecek. Neden beklesin ki? Zaman kaybından başka nesin ki sen? Başka işi gücü mü yok. Hem kadın daha ne yapsın sana: zaten yeterince fırsat sunmadı mı, motive edici sözler söylemedi mi. Hem gayet de inandırıcıydı, yamuk görmeyeceğini biliyorsun o hatundan. Peşinden arayıp bir saat sonra, hatta şunu şunu da birlikte yapabiliriz bak demedi mi, seni sevdiği için "bizim oğlan" diye hitap etmiyor mu, hem bak samimi de yaklaşıyor sana, ilgileniyor da, daha ne istiyorsun?
Enerjik olmak, daha sağlam iradeli -karakterli yazdım önce, sildim iradeli yaptım- olmak istiyorum.
Kendime olan sosyal ve akademik güvenimizi kazanmalıyız.